5 Mayıs 2015 Salı

POLİSLER VE HAYVANLAR

Dünya bütün varlığını şiddete dayadı.İnsanlar birbirlerini öldürüyor,kesiyorlar gaddarca dövüyorlar,tutsak ediyorlar.
Bu vahşetin bir nedeni ,anlaşılabilir bir amacı olmalı ?
Güçlü olmak ,hükmetmek…
Hayvanlar gibi,hayvanlar sürüye hükmedebilmek,üremek için birbirlerini öldürür ama hayvanlar ile insanlar  arasındaki fark, hayvanlar bunu çoğalmak için yaparken insanlar para için,zevk için yapar.
Neden polisler döverler  insanları ?
Neden çocukları öldürürler ?
Neden ekmek almaya giden 15 yaşındaki bir çocuğu terörist sanıp öldürür mesela ?
Sanırım buna hiç düşünmeden verecekleri cevap ”Adaleti sağlamak” olacaktır.
“Ne karşılığında adaleti sağlıyorsun” diye sorduğunda bunun cevabını pek kolay veremezler.
Boş gözlerle yüzüne bakarlar, çünkü bunun asla sorulmayacak bir soru olduğuna inanırlar.
Onların yerine ben söyleyeyim.
Çünkü  görevleri  budur.
Onu “ kutsal ve sadakat ”sembolü yapan budur.
Eğer bir soru daha sorarsanız tahammül edemezler.Tüm kutsallığı ve sadakati ile üstüne yürürler.
Neden öldürmek,dövmek,hakaret etmek polise “kutsal ve sadakat” sembolü olmayı yükler ?
İşte bu sorunun altında bu şiddetin ana temasıyla karşılaşırsınız.
Üniformaya yapıştırılmış adaletin rengi “kutsallık ve sadakatin” altından  “para” çıkar.
 Geçenlerde bir arkadaşımla sohbet ediyordum, kendisi  polis.
Neden bu mesleği seçtiğini sorduğumda , parası iyi,tatiller filan filan saymaya başladı.
Bekledim.
O saymaya başlıyordu..
Ben biraz daha bekledim.
Bekliyordum,istediğim cümleyi söylesin.
Para,tatiller,güç,sahip olmak,korkutucu olmak
Benim çocukken hayalini kurduğum şeyi öyle bir anlatıyordu ki,keyifle.
Ürktüm.
Korunmak için korkmak lazım, anlattıklarına göre.
Kutsal bir görev olduğu için değil,parası için,güç için polis olmuştu.
Bazen merak ediyorum.Polislere asgari ücret verilseydi, ayda bir gün tatil olsaydı,yine polis olurlar mıydı ? Kaçımız polis olurdu ?
Bence bu sayı polislerin korkutucu olduğundan çok daha korkutucu olurdu.
Evde hayal edebiliyorum polisleri, bıcamaları ve terliklerini giymiş televizyon karşısında,bir elinde kumanda,diğer elini başına koymuş oturuyorlar.
Yarını düşünüyorlar.Belasız bir gün istiyorlar.Bizim için değil tabi ki de
Kendileri için.
Çoğu evde karısından korkuyor ama korkutucu olmak istiyorlar.
Dışarıdaki hayatta adaletin yüklediği  “kutsallık ve sadakat” onların her türlü şiddetini saklayabilir.
Her şeyi yapabilirler.
Öldürürler,döverler,hakaret ederler, an gelir jopu yüreğine,diline vururlar, sen bir şey yapamazsın.
Endişe edecek bir şey yoktur.
Etrafı duyun,izleyin…
Dünyada polis şiddetinin en fazla olduğu ülkelerde ayrımcılık,rüşvet,yolsuzluk,alçaklık diz boyudur.O ülkelerde düşünce diye bir şey yoktur.Demokrasi sadece laftadır.
Eğer bizim polisler bu kadar “kutsallığa,sadakate ve adalete” düşkünse neden ayrımcılık,rüşvet bu kadar yaygın ülkede ?
Düşüncelerimizi ve isteklerimizi haykırmak neden polislerin bu kadar zoruna gidiyor ?
Bizler kime sığınalım ?
Adalete mi  ?
Hayır mesele adalet meselesi filan değil.
Mesele paradır,güçtür.
Ben böyle polislere bakınca adaletinden ve kutsallığından şüphe duyarım.
Korkaklığının arkasına gizlenerek, vatandaştan kendini koruyup ,korkutucu olmaya çalışan polisten sığınırım yazılarıma.
Sizlerde öyle…
Çocukken polisliğin kutsal bir şey olduğuna inanırdım.
Gördüm ki hayal kırıklığına uğradım.Hep kutsal olanı aradım, armaya bakmak yerine insanı insan yapan duygu nedir ? Ben bunu çözmeye çalıştım.
İşte bunun için yazıyorum,sizlerde öyle.Hiçbir yazar para kazanmak için kitap yazmaz.Aşkı anlatır,ölümü anlatır,bazen anıları…
Bunun altında polislerin ki gibi para çıkmaz,yazıların altında bir  “iç” görürsünüz.
Duygu kokar onlar…
Hayvanlar gibi doğanın kanunu neyse onu yapıyoruz.
Öldürüyoruz,parçalıyoruz.
Anlaşılan şiddete  aşığız.
Hayvanlar kendi ölümünü göze alarak dövüşürken ya polisler ?
Hiçbir şeyin arkasına sığınmaz hayvanlar öldürürken,peki polisler ?
Bu ülkenin sorularını seviyorum.Bana bir kadın kadar çekici geliyorlar.Birde adaleti kendi üniformasında değil de vicdanında arayan insanları.

Hayvanlar kadar cesur  ve  mert olan polisleri seviyorum…

25 Nisan 2015 Cumartesi

İÇİMİZDEKİ YABANCIYA MEKTUP

Hepimizin içinde büyük bir boşluk saklı.O yer, değişemediğimiz uçurum.Bizi biz yapanda değişmeyen yanlarımız,içimizde ki o derin boşluk.Orada büyük çığlıklar var bazen geceleri onları duyarız.Bu olmak istediğimiz ile olduğumuz kişi arasında ki kavgadır.Ben bunu küçük yaşlarda ilk kez kendime kızdığım zaman  anlamıştım.
12 yaşında ailem bana kızdığı için evi terk etmeye karar vermiştim.O zamanlardan belliydi,kanımda ki o özgürlük merakı.Evden çok uzaklara doğru yürüyordum ,sokak lambalarının altında başıboş dolaşan köpekler ve kepenkleri indirilmiş dükkanların yanlarından geçtim.Hatırlıyorum,Temmuz ayıydı.Sahile yanaştığımda ötede dondurmacı da dondurma yiyen siyah saçlı, esmer kıza aşık olmuştum.”12 yaşında ki bir çocuğun hissettiği ne olabilir ki ?” demeyin lütfen, beni çok kırarsınız.
Kızı gördüğüm zaman bir şeyler yapmak istedim ama annesi ve babası ordaydı,utandım,gidemedim.Sahilde ki kayalıklara oturdum, ağlıyordum.Aşık olduğum için değil, kızın kim olduğunu öğrenemediğim için ağlıyordum.Kızın kim olduğunu öğrenemediğim için kendime değil, Tanrıya kızıyordum,ailesine kızıyordum,beni utangaç yetiştirdikleri için aileme kızıyordum.Başkaları engeldi mutlu olmama, engel oldukları için o esmer kızı hayatımın merkezine alamamıştım.Ben değildim suçlu onlar suçluydu.12 yaşında bir kız için ağlıyordum.
Daha sonra hayatın gerçek yüzünü görmeye başladım .En büyük yazarların en iyi kitaplarını okudum.En iyi filmleri izledim.Anladım ki asıl engel başkaları değil bendim.Tanrı böyle bir denge kurmuştu.Mutlu olmak için sağır olabilirsin,kör olabilirsin,dilsiz olabilirsin,korkak olabilirsin,cesur olabilirsin.Mutlu olmak senin elindedir.Sana başkaları değil, yine sen,kendin engelsindir.Kendi duvarlarını aşabildiğin zaman mutlu olabiliyorsun.
Peki küçükken anlatılan masallar neydi öyle.Hepinizin olmak istediği bir kahraman yok muydu içinde? Biz mutluluğu gerçek hayatın aksine masallara göre hayal etmiştik.Hepimizin olmak istediği,yaşamak istediği bir kahraman yok muydu içinde ? Hani şu sırlarla dolu içimizde.Ben oraya olmak istediğimiz  ”boşluk” diyorum.Çocukken biz böyle yıkanmamıştık.Biz mutluluğu masallarda ki gibi  sandık.Masallardan koptuğumuz an, gerçek hayatta ki mutluluk terimi bize çok yabancı kaldı.Masallarda ki o mutluluğu beklerken hayat, o ölümcül vuruşunu yüzümüze yaptı.Hayal kırıklığına uğradık.Çoğu insanda hala masallardan kopamadığı için mutlu olduğunun farkında olmadan mutsuzluğa düştü.Bu hayatın işte en sert tokadıydı.
Hepimizin içinde büyük bir boşluk saklı.O yer değişemediğimiz uçurum.Bizi biz yapanda değişmeyen yanlarımız,içimizde ki o derin boşluk.Orada büyük çığlıklar var bazen geceleri onları duyarız.Bu olmak istediğimiz ile olduğumuz kişi arasında ki kavgadır.
Hayat,kendimizi kendimize düşman etti.Olmak istediğimiz kişi ile asıl olduğumuz kişi arasında ki kavga üçüncü bir kişi yarattı.Bu bir canavar.Hırsla ve öfkeyle  dolu bir canavar.Olmak istediğimiz kişiye yanaşmak yada daha iyisi olmak için önümüze geleni yıkıyor,döküyor bazen de acımasızca öldürüyoruz.
Masallarla büyüdük,hırsla beslendik.Çocukken ne olacağımızı söylerken büyüyünce neye sahip olacağımızı konuşur olduk.Ben yalnız ne hayata ne de insanlara suç buluyorum.Bence hayat dediğiniz kadar acımasız değil.Yine mutluluğu size bırakıyor.Kaşınırsanız,kaşıyor.Mutlu olmak için ne başkasına ne de içimizde ki kahramana ihtiyaç var.Mutlu olmak bizim elimizdedir.

Temmuz gecesi,aşkından  kayalıklarda ağlayan 12 yaşında ki çocuğa ne başkası ne de hayat engeldi.O,kendisine engeldi.

23 Nisan 2015 Perşembe

Sonbahar Nağmeleri

Sonbahar geliyor. Defne ağcının sararan yaprakları teker teker düşüyor.Ağaçta ki her bir yaprağa anlamlar yüklüyorum.Bazı yapraklar umut olup düşüyor bazı yapraklar hayatıma giren suçlu olup yerde ezilmeyi bekliyor.Bir kedi gibi miskin miskin  penceremden dışarıya bakıyorum.
Sonra yalnızlaşıyorum çünkü geçmişi düşünüyorum. Gidenleri,anıları,kaybettiklerimi,pişmalıklarımı,sevişmelerimi,hayallerimi ve babamı.    
Sonbahar geliyor.
Yapraklar yeni doğan bebeğin ağlayışı kadar acımasız ama şarkılar kadar masum düşüyor. Ötede belki birisinin yere düşen yaprağı, berikinin açacak umutlu bir çiçeği olur muyum diye düşünüyorum.
Geçmişi düşünmekten korkuyorum.Orada uzun bir süre kalmayacağımı da biliyorum.Geçmişe bir sandelye çekip gidenler,anılar,pişmanlıklar,sevişmeler gözlerimin önüne geldiğinde, hayat oturduğum sandelyeyi altımdan birden çekiyor ve seni gerçekle baş başa bırakıyor.Hayat seninle dalga geçiyor.Gülüyor, pis pis.Sonra cevabını bulduğun her soruyu anılarının çöplüğüne fırlatıyorsun
Sonbahar geliyor.
Kuşların ilkbaharı beklediği gibi bekliyorum yeni gelecek olanları…Anı olmayı bekleyen kişileri,sevişmeleri,pişmanlıkları bekliyorum.Sina çöllerinde  kuma gömülmüş, ilk yağmur damlasını bekleyen hayvanlar gibi bekliyorum.
Sonra Defne ağacının yapraklarına yüklediğim anlamları bu kez Defne ağacının gövdesine yüklüyorum ve yeni gelecek olanlar o gövdenin dallarında benim umutlarım,hayallerim,cevaplanmayı bekleyen sorularım,sevdalarım…Onlara bakıp gülüyorum ve bende kuşlar gibi İlkbaharı bekliyorum çünkü ben sonbaharın değil, İlkbaharın sahibiyim.

Ben hayatla dalga geçiyorum. İlkbahar geliyor…

11 Nisan 2015 Cumartesi

Vicdana Tecavüz

  Bir orospu kadar kışkırtıcı,Ağustos ayı kadar sıcak,Eylül gibi hüzünlüdür günahlar.Günahlar bizi çağırır.Biz günahlara koşarız...Şeytanın elinde tasmalı bir köpektir ki  günahlar, biz günahlara akarız... Günahlar vicdanla ilişkiye girer,vicdanın bir çocuğu olur, adına vicdan azabı koymuştur, Tanrı...
  Günahlar bu kadar derin olmasına rağmen  iyilik hep şaşırtıcı kalmıştır ? Banka kuyruğunda sıra beklerken tüm insanların sırasını hiçbir neden yokken size vermesi şaşırtır.Yazarın da dediği gibi iyilik gerçekten şaşırtıcıdır.Belki de bil miyorsunuz bu sözü ? Ben biliyorum çünkü bunu size anlatabilmek için okudum.İnsan vahşi olarak yaratılmıştır.İyilik her zaman ona yabancıdır.

 Tanrı kendi romanını vicdan üzerine kurmuş.Bize iyiliklerle kötülükleri altın bir kasede sunmuş.İyiliğin tek avutucu tarafı cennet diğer adıyla öbür dünya yani romanın ikinci baskısı.Kötülükler ise şehvet kokuyor.O kokuya dayanamıyor insan.Neden iyiliği bilip kötülüğe daha meraklı oluyor insanoğlu ? Neden arzularımızı koşturan atlarımızı dizginleyemiyor-uz ? Yoksa bir elmanın sebebi mi bunlar ?

  Asıl gerçek tenimiz,bedenimiz midir ? Yoksa içimizde taşıdığımız duygu mudur ? Tanrı nasıl bir denge kurdu böyle ?

  Bayrakları bayrak yapan üstünde ki kansa, insanı insan yapan duyguda vicdandır.Bir insan durmadan günahın durağında inip, kulaklarını da vicdanının sesine kapatıyorsa bu insan için söylenecek iki kelime "Vicdana Tecavüz"....

  Evet yaptığı  kötülüklerde bir insanın vicdanı yanmıyorsa bu insan kendi vicdanına  tecavüz etmiştir.Bundan eminim.Günahlar şehvet kokuyor alamıyor insan kendini,çekemiyor elini günahtan.
   Bir elmanın sebebi mi bunlar  ?
 
    Kötü olan günah işlememiz değil,işledikten sonra buna karşı hiçbir şey hissetmemiz.Ne yaptığının farkında olmamak.Bu pişmanlık değil.Bazen yaptığımız iyilikler karşısında hayal kırıklığına uğrarız ve iyilik yaptığımıza pişman oluruz.Bazen tercihlerimiz için bazense günahlarımız için pişmanlık duyarız.Pişman olmak boynumuzun borcu değil asıl önemli olan idrak etmek ,kör olmamaktır.
 
  Vicdan,vicdan,vicdan...


   Tanrı, kötülüklerle iyilikleri altın bir kasede şekerleme olarak bize sunuyor,sen içlerinden birini seçiyorsun, günahı seçtiğin vakit...vicdan, bir anne gibi kendini ortaya atıyor,beni al diyor.Sen kötülüğü seçtiğinde vicdan bir anne gibi suçu üstleniyor.Nedeni çok açık vicdanımız aslında
varlığımızın görünmeyen gerçeği.Gizli kahramanda diyebilirsiniz.

  Kasede ki kötülükleri her seçtiğimizde  annemiz yani vicdanımız kendini ortaya atar.Eğer atmıyorsa kendini ortaya, yorulmuştur.Suçu üstlenmiyorsa, insanoğlu yetim kalmış demektir..En kötüsü de bu çünkü  kötüyü seçe seçe insan artık vicdanını da öldürmüştür.Vicdanına tecavüz edip onu kaybetmiştir.
 
 




7 Nisan 2015 Salı

ANLAMAK

Ne rakı sofrasında ki dostun ne bir başkası anlar seni
Beş duyunun algılayabildiği kadar anlarlar seni
Sen geçmişin ayak izine bir yazı bırakırsın
Geçmişin akar geleceğine
Temmuz gibi sıcak, Aralık kadar soğuk bir yazı
Ne sevdiğin anlar seni ne sen kendini
Yaşadıkları kadar anlarlar seni
Vicdanın kadar anlarsın kendini
Günahın kadar yanarken vicdanın
Bir damla gözyaşı akıyorsa gözünden
Bir çocuğun olur, vicdan ile senin
Tanrı koymuştur adını ,Vicdan Azabı
Sen geçmişin ayak izine bir yaş akıtırsın
Anılar çağırır seni
Umutlar yanarken, birer birer…
Bir çığlık duyarsın gidenlerin peşinden
Katil kadar suçlu, şarkılar kadar masum bir ses
Başını geriye çevirdiğinde o zaman,
Hayatına girip çıkan suçlunun nefesini yutarsın
Sen geçmişe bir yazı bırakırsın
Gidenler gelir peşinden
Ne sesi ne bedeni
Yaşattıkları tutar elini, beslediğin umutlarla birlikte
Kimse anlayamaz gideni,
“Sev işte “ der, büyük bir istekle
Giden gitmiştir bile senin anılarına

Ne gideni anlıyabilirsin nede gelecek olanı

7 Mart 2015 Cumartesi

Meçhul Bir Kadına Mektup

     

           Yıl 17 Ağustos 1999 sıradan bir gece, herşey normal,yıldızlar gökte.Onlar gecenin gözleri ,karşıda gecekonduların ışıkları çarpıyor gözlerime.Dükkanların kepenkleri indirilmiş,sokak lambalarının altında başıboş dolaşan köpekler havlıyor. Neden havlıyorlar ? Bugün herşey çok normal hatta gereğinden fazla bu kadar normal olması canımı sıkıyor.Saatler ilerliyor akrep ve yelkovan birbirlerini kovalıyor ışıklar teker teker sönüyor muhtemelen insanlar yarın sabah işlerine gidecek,bazıları ise sevdiğine açılacak, bazısıda belki çok zengin biri olacak,küsler barışabilir.Yarın,onlar için bir şanş, bir umut, yaşanacak bir anı...İnsanlar sabah  uyanmak için uyuyor.

Neden havlıyor bu köpekler ?
Susmuyorlar.
Haddini aşan bir belirsizlik var can sıkıcı bir durum.Umutlar,aşklar,hayeller 03:02'de ölüyor bu belirsizlik kendini acı bir kargaşaya çeviriyor.Ağlayanlar var,kan var,çaresizlik hakim.
Nerede umutlar,hayaller,aşklar  ?
Şimdi hepsi soluk bir hayalet.Her aşk taşlara göümülmüş.

         Yıl 2011 ben o aşklardan birini taşların arasından çıkarttım.Arazimize boşaltılan enkaz yığını yıllar içinde dolup taşarken orayı ziyarete gitmeye karar verdim.Yürürken taşların arasında bir kutu gözüme çarptı onu alıp üstünü bir güzel silkeledim içinde ne olduğunu merak ediyordum.Korku ve merakla kutuyu açtım içinden bir tutam saç teli ve mektup çıktı.Kim bilebilirdi ki içinden bir "iç" çıkacağını.Oturdum depremin üstüne mektubu okumaya başladım başı aynen şöyleydi...

Meçhul Bir Kadına Mektup

Başlık beni etkilemişti.Satırları okudukça "vay be"diyordum.Yazarında dediği "Aşk, yeni gelenlere giydirdiğimiz kostümdür".Herkes kaybedince,bir gideni olunca aşkın nasıl birşey olduğunu anlar  ben  o mektubu okuduğum zaman anlamıştım bunun nasıl birşey olduğunu.Kavuşamayınca aşk oluyor.

Adam gözleriyle gülen, yüreğiyle konuşan ,çatık kaşlı esmer bir kadın sevmişti.Kadını böyle tanımlıyordu birde bir tutam saç onu nereden bulduğunu hiçbir zaman anlayamadım."Esmerim şimdi ellerin bana el yalnız ve yalnız  nefesin kadar yakınım sana çünkü sen ben çok uzaklarda olsamda mahrum bıraktığın sesinle,nefesinle yüreğimdesin.Taşların arasında bulduğum mektubun satırlarını teker teker parçaladım.Peki bunların hepsi neden ?

Aşk hiç görmeden sevmek mi ?
İnsan neden hayatın derin sevdalarına mağlup oluyor ?

 Graham Greene, "Zor Tercih" romanında bunu iyi anlatmış.Roller bu kez değişmişti.Taşların arasından çıkardığım mektubun aksine erkek değil kadın baş roldeydi yada ikiside...Kadın, aşık olduğu adama kavuşmuştu ama hayaline..Adam ölmüştü.
Artık bir insanı görmeden sevmenin mümkün olup olmadığını öğrenecekti.
İnsan sevdiğini görmediğinde "aşk" biter mi ? Biter yada bitmez kişiden kişiye göre değişir zaten bittiği zaman hiçbir zaman gerçek aşk yaşanmamış demektir.Hiçbir zaman anlam veremedim bu duyguya.

Nasıl bir şeydir bu ?
Tanrı'ım  bunu biz insanlara neden yapıyorsun ?
Aşk diye birşey yaratmışsın sana olalım diye.Bazılarımız hedefi şaşıyor,bazılarımız Yunus Emre gibi sana aşık oluyor.Taşların arasında bulduğum mektubun sahibide öyleydi,hedefi şaşmıştı  zaten Graham Greene'nin de dediği gibi "Aşk, bir insanı Tanrı'yı sever gibi sevmek" O,olmadan da sevmek.Bazen sevdiğimiz hiç görmediğimiz Tanrı oluyor ona tapıyoruz bazense meçhul bir kadını seviyoruz ona tapıyoruz belkide aşk böyle bir şeydir.Kesin birşey var oda insanın bilinmeyene olan tutkusu çünkü sorular telaşlandırır,heycanlandırır.Cevaplar açık olmasına rağmen pek heycanlandırmaz .Bizler "sırrın"peşinden  koşmaya meraklıyız mektubun sahibi gibi ....
















14 Şubat 2015 Cumartesi

KAPLUMBAĞANIN YOLU

Kendimi bazen dünyanın yükünü sırtına alan  kaplumbağya benzetiyorum.Yavaş bir şekilde kalabalığın arasından geçiyor öylece hayallere yürüyorum.
İnsanlar kaplumbağlara nasıl bakar bilirsiniz yavaş ve çaresiz...Kaplumbağın nereye gideceğinide düşünmezler çünkü yavaştır.Yavaşlılığına takıldıkları için de
kaplumbağanın hiçbir zaman ne istediğini bilemezler.Ümitsizlikle inceledikleri kapmlubağnın sadece yürüdüğünü görürler.

 
   Nereye gideceğinden çok nereye nasıl gittiğin toplum için önemli bir faktör.Kaplumğa ile aramda ki tek fark herhalde onun söylenenlere pek aldırmaması ve
 yoluna öylece devam etmesi acaba ben bu yüzden mi hayal kırıklığı yaşayıyorum.Yeryüzünde her canlının kapasitesi vardır cansız varlıkların bile kapasitenin
üzerinde ki her yük nesneyi biraz daha durdurur bazen de gitmez bazense aldırmaz, Kaplumbağlar gibi taşıyacağı yük kendisine yetiyordur.Söylentileri
kaldırabilmesi için sırtının boş olması lazım.Evet bu yüzden kaplumbağlar aldırmıyor ve yoluna öylece devam ediyor.Ben onun gibi yoluma devam edemiyorum
her seferinde duvara tosluyorum,insanlar konuşuyor ben bir adım daha yavaşlıyorum belki de kaplumbağlarda zamanında hızlıca yürürken söylentiler ve yaşadıkları
yüzünden git gide yavaşlamışlardır ve artık söylentilere aldıracak bir boşluk olmadığı için içlerinde sonunda aldırmamazlığı seçip yollarına devam etmişlerdir.

  Benim o hayallere koşamamın sebebi yollar mı ?
  Yoksa insanlar mı ?
  Söylenenler mi ?
  Yada insan kendisine mi engeldir ? Ben miyim suçlu ?
 
   Hayat garip, cevaplardan cok sorular var.Cevaplandırılmamış sorular beni her zaman etkilemiştir onlar bir kadın gibi cekici geliyor.Cevaplar cok açık olmasına
rağmen sorular kadar heycanlandırmıyor,telaşlandırmıyor insanı işte bu yüzden sorularda hayat kadar garip.İçimde ki ateşin sönmeme sebebi kendime sorduğum
sorular,onlar bana kırbaç oluyor tam ümidi kesmişken karşıma çıkıyorlar.Nedenlerin getirdiği sebepleri düşününce durmanın amaca ihanet olduğunu
anlıyorum ve topallıyarak yoluma devam ediyorum.Herşey kendinde bitiyor aslında, evet buldum. "insan kendisine engeldir".

  Kaplumbağların nereye gittiğini hiç gördünüz mü ? Nasıl gittiğini biliyorsunuz ama nereyeee ? Kaçıyorlardır belki nereye gittiğini bilmeden.
onun da bir amacı olduğunu sakın unutmayalım kaçmakda aslında bir amaçtır.Aldırmamazlığı seçip gitmek bir amaçtır.İnsanlar hep konuşucak senin her attığın adımda
biraz daha fazla konuşucaklar onların önyargıları kopmaz bir halattır.O halatı kesmenin yolu yine sana bağlı kaplumbağlar bunu kulaklarını tıkıyarak başarıyor .Sen ise
amacına  giden yolda kendine sorduğun sorularla yapıcaksın çünkü  sorular telaşlandırır,heycanlandırır,senin koşmanı sağlar...